25 Mart 2009 Çarşamba

Kimlik Dini

Kan Grubum Bilinmez ama, Dinim İslamdır Kafa Kağıdımda!

Kanın akış hızı, atar damarda 5 cm/sn, toplar damarda 1.5 cm/sn, kılcal damarda ise 1 mm/sn’dir. Ciddi bir kaza anında ortalama bir damarın yırtılması durumunda saniyede olabilecek kan kaybı miktarı 0,1 cm3 ‘tür. Toplam 4-5 litre kan olduğunu hesaplarsak insan vücudunda 30 saniye gibi bir süre de vücuttaki kanın-şayet durdurulamazsa- binde yetmişbeşi gibi ciddi bir oranın kaybedildiği görülebilir. Peki bir kan grubu testi ne kadar sürer: tüm solüsyonlar hazırsa minimum 30 saniye.

Teknik detaylarla okuyucuyu biraz sıkmamın sebebi az sonra soracağım soruyu bilimsel bir temele oturtma isteğimdir. Sorum, kimliklerimizde neden kan grubumuzun yazmadığı-ya da daha doğrusu, kan grubu yazılmadan verilebildiği- değil de; daha çok böyle önemli bir şey normalmiş gibi aksatılabilirken, hiç bir şekilde din ibaresine İslam yazılmasının aksamamasının sebebini öğrenmek amaçlıdır. Öncelikle, nüfus cüzdanında dinin yazması ile kan grubunun yazmamasını “hayati” durumlar açısından inceleyelim.

Kan grubunun ne kadar önemli olduğuna az önce değinmiştim. Din ibaresinin hayati önemine ise tarihsel ancak basit bir örnek ile değinmek istiyorum. Vatandaşların dinlerinin devlet arşivlerinde kayıtlı olması “sayesinde” milyonlarca Yahudi ayırtedildi, sınıflandırıldı, dışlandı, toplama kamplarına gönderildi, insanlık dışı bir şekilde katledildi. İşi ciddi boyutlarında değerlendirirsek eğer, şu anda Nazilerin yaptıkları uzak görünse de, ülkede yüksel(til)en linç kültürünü de göz ardı edemeyiz.*

Laiklik Bir Kimlik Midir?

Her şeyden önce bu durumun laiklikle ilgisi vardır; ancak, laiklik çığırtkanlığı üzerinden siyaset yapmaya çalışan ulusalcı kesimin bu duruma hiç bir ilgi gösterme isteği yoktur nedense. Yoksa ulusalcılık, siyaset yapabilme endişesi yüzünden müslüman kesimden tepki görmeyecek şekilde mi hareket etmektedir?

Geçtiğimiz sene Yunanistan’da zorunlu din eğitimi kaldırıldı. Yunanistan laik olmayan bir ülke olmasına rağmen. Ancak, Türkiye’de üzerinden siyaset yapılan şey olarak kalmakta laiklik. Laiklik, bir nev’i “Kemalizm”in somutlaştığı bir imge olarak görülüyor ve içi boş bir kavram gibi savunuluyor ulusalcılar tarafından. Halbuki laiklik bir devletin kimliğidir, yapıtaşıdır. Dini tamamen kurumsal yapıdan kaldırıp, her türlü ayrımcılığa mahal vermekten kurtarmalıdır. Yani kısacası laiklik, “türban”dan ibaret değildir. Laiklik, devletin eğitim kurumu Milli Eğitim Bakanlığı tarafından verilen zorunlu din eğitiminin olmayışıdır. Laiklik, imam olamayacağı belli olan kızların imam hatip liselerinde okumamasını savunmaktır. Laiklik, bir kısım Alevi vatandaşımızın da istediği gibi, Diyanet İşleri Başkanlığı’na Alevilerinde kabul edilmesi değil; devlete bağlı bir “fetva” kurumunun olmayışıdır. Laiklik, devletin vatandaşına verdiği kimlikte din ibaresinin olmamasıdır. Laiklik dinsel simgelerin devlete girmesine karşıdır, evet. Ancak, zaten dinsel simgeler ve işleyişlerle bezeli bir devlet yapısı varken türbana karşı olmak laikliği savunmak değildir. Öyle düşünenler varsa da, laiklik kavramını yeniden gözden geçirmeleri gerekmektedir.

Ulusalcılık ve Laiklik

2007 Genel Seçimleri öncesinde alevlenen ve Cumhurbaşkanlığı Seçimine kadar etkisini yoğun bir şekilde devam ettiren “Laik, Atatürkçü ve Demokrat” mitingleri incelediğimiz zaman taleplerin mevcut hükümete karşı bir refleks geliştirme çabasında olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Ancak, mevcut hükümete 2003’te başa geldikleri andan itibaren yöneltilenlerden bambaşka şeyler olmayan eleştirilerden farklı hiçbir içeriği yok bu mitinglerin. Laiklik ve Atatürkçülük söylemi ile ortaya çıkıp, “haklarını” arayan bir çok insan, belki de ömürlerinde ilk kez böyle bir kitlesel eyleme çıkarak rahatsızlıklarını dile getirmişlerdi. Mevcut yöneticilerinin geçmişlerinden ötürü olsun; türban serbestisi, imam hatip liseleri katsayı farkının kaldırılması olsun çeşitli sebeplerle laiklik karşıtı olduğu iddia edilen hükümete her seferinde bu somut şeyler üzerinden eleştiri yağdıran bir kalabalıktı keza. Peki bu kalabalık, laikliği savunmak adına mı alanlara inmişti yoksa kafalarındaki laiklik imgesinin çeşitli organlar tarafından manipüle edilmesi sonucu laiklik karşıtı olmakla suçlanan ve istenmeyen hükümete karşı bir silah olarak mı kullanılmak istenmişti? Belki de ikisi de çok uç söylemler. Ama bu kadar insanı biraraya getirip eylemliliğe dökenin Atatürk İlkeleri’ndeki Laiklik ilkesi olduğu söylemi de en az yukarıdaki ikinci söylem kadar uç. Çünkü yukarıda da belirttiğim gibi, dinsel kurum ve işleyişlerin çoğunlukla hüküm sürdüğü bir devlet yapısı içerisinde yaşarken –ve en önemlisi tüm bunlara tepkisiz yaşarken- halkın ortada karşı olabileceği somut bir şey de yokken –yaklaşmakta olan genel seçim dışında-sokaklara dökülmesi biraz inandırıcılıktan uzak kalmakta. Bu durumda Alevi vatandaşların, dinsel kimlikleri hiçe sayılırken bu kalabalığın nerede olduğu gayet sorulabilir. Bu kalabalığın İmam Hatip liselerinin sistemine karşı neden asla bir araya gelmediği sorulabilir. Kitlesel ve toplumun iç dinamiklere dayanan bir eylemlilik olsaydı eğer 2007 eylemleri, bu tarz eylemleri “laiklik” sorunun pratiğe yansımış başlıca uzantılarında da bu kadar kalabalık ve kitlesel tepkiler ve eylemler görmemiz gerektiğini iddia etmek abesle iştigal etmek olmaz sanıyorum. O zaman ulusalcılığın laiklik anlayışının, basit bir şekilde, siyasi arena da gerektiğinde kullanılabilmek için bir köşede tutulan bir araçtan çok daha farklı olmadığını görmek çok da zor olmamalı.

Peki ne o zaman?

Ulusalcılığın laiklik anlayışı böyle bir çıkar ilişkisine dayanmakta. Peki o zaman devlet birey ilişkisinde niçin böyle bir kimlikle din ibrazı durumu var? Hem de anayasasına göre “laik” olduğunu belirten bir devlet. Devlet, bireylerini dinlerine göre değerlendirmeyecekse-diğer bir değişle laikse- neden kimliklerinde böyle bir ibareye ihtiyaç duymaktadır. Peki böyle bir ibareye ihtiyaç duyuyorsa insanlara dinlerini veya görüşlerini yazma imkanı niye vermemektedir; neden alevi, ateist, agnostik, şii vb. İfadeler konamamaktadır kimliğe? Peki madem herkesi –gayrimüslim azınlıklar hariç- müslüman olarak kabul ediyorsa zaten, bunu neden kimliğine sanki ayırıcı bir ibareymiş gibi koymaktadır her bireyin?

Belki de her zaman bu soruların cevabını bildiğini iddia eden solun, şu noktada gerçekten harekete geçmesi ve -cevaplarını zaten biliyor olsa da- “yetkili mercii”lere cesurca bu soruları yöneltebilmesi gerekiyor. Çünkü sorulara cevap veremeyenler, bir gün sorulara sebebiyet veren koşulları ortadan kaldırmak mecburiyetinde kalacaklardır. Eşitlik ve bireysel özgürlük için biraz daha cesaret biraz daha fazla çaba asla çok olmayacaktır.

* Daha detaylı ve bilimsel bir çalışma için bkz.(Nazi Almanya’sı-Bugünün Türkiye’si : Mukayeseli Linç Etüdleri, Tanıl BORA, Birikim, Sayı 230-231)

Kemalizm ve Eklektisizmi

Kemalizm, veya Atatürkçülük, hiç bir zaman bir ideoloji olmadı. Mustafa Kemal, veya Atatürk, politikasını oluştururken teorik temelleri atılmış bir ideoloji üzerinden hareket etmedi. Politikasını, gerek batılılaşma, gerekse iktisadi, bir ideolojik çizgi üzerinden belirlemedi. Ancak temel sorun zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin 23 Nisan 1920 ile başlayan kurulma sürecinin hangi temellere dayandığı, bu temellerin pratiğinin doğru olup olmadığı değildir. İlk planda önemli olan o günlerin dinamiği çerçevesindeki demokrasi eyleyiciliğinin kendine içkin sorunları değil, bu yapılanmanın oluşum sürecine konjonktürel olarak bakmayarak, yine bu yapılanmaya genel bir ideolojik çizgi kazandırmaya çalışan, ve bu ideolojiyi de çocuk kandırır gibi bir eklektisizm ile sunan “resmi ideoloji”nin çözümlenmesidir.

Öncelikle bir kaç kavram üzerinde durmanın gerekliliğinin farkında olmalıyız. Resmi ideoloji nedir? Resmi ideoloji, basitçe, iki farklı kavram ile açıklanabilir. Resmi ideoloji, yeniden-üretim(Althusser) için hegemonya(Gramsci) kurmaya dayalı bir kapitalist ilişkiler zinciridir. Açıklamak gerekirse, Üretici Güçler, artı-değer kazanımını sürdürüp sınıfsal ayrımı keskinleştirmek adına, sömürülen sınıfın devamlılığını sağlamak zorundadır. Ancak, bu devamlılığı sağlarken, sömürülen sınıfın toplumsal kurgular çerçevesinde hareket ettiğinin ve yönetildiğinin de farkına varmaması gerekir. Bu toplumsal kurguların en önemlileri de Althusser’in belirttiği gibi Devletin İdeolojik Aygıtları’dır. Bu DİA’ları kullanarak resmi ideolojinin yöneticisi- devlet veya bazen devlete de sahip olan Üretici Güçler- bir hegemonya kurar. Bu hegemonya insanların özgürce düşündüğünü sandığı zaman bile aslında resmi ideolojinin istediği gibi düşünmesini sağlar. Bu hegemonyayı yaratan DİA’lar çok basit olarak; okullar, medya... diye uzayıp gider.

Özel olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne baktığımız zaman, kurulan hegemonyanın bir kaç şekilde oluşturulduğu gözler önündedir. Bunlar Milliyetçilik, İslamcılık veya Kemalizm olarak kendini son günlerde göstermektedir. İlk ikisine burada değinmeyeceğim ancak asıl konumuz Kemalizm’e gelmek istiyorum. Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’in kuruluşunda ve ülkenin emperyalist güçlerden arınarak bağımsızlığa ulaşmasında tuttuğu önemli yer sayesinde, gün geçtikçe putlaştırılan bir kahraman ve buna eklemlenmeye çalışılan bir ideoloji vardır: Kemalizm. Kemalizm, Mustafa Kemal’in yaptığı tüm eylemleri tarihsel bağlamı dışında düşünüp günümüze uyarlamaya çalışan içi boş, hatta ideolojinin sahibi olarak gösterilen kişiye de zarar veren bir durum halindedir. Ancak Kemalizm’in kitlesel refleksi nasıl tetiklediği önemli bir noktadır.

Kemalizm bir ideoloji halini 1980’den sonra iyice almıştır. Darbe sonrasının “birleştirici”, tek tipleştirici tutumu sonucu; zorunlu din dersleri konmuş, bir sürü sansür uygulaması ile eğitim bilimi hem köreltilmiş, hem de tarihsel bakış ile diyalektik mantıktan yoksun bırakılmıştı. Ancak bu eylemlere, bu birleştiricilik havasına bir temel vermek zorunluluğu baş gösterdiğinde, belki resmi ideolojinin yaratıcısı, belki de en büyük kurbanı olan ordu, ulusal kahraman Atatürk’ün 60 sene önceki eylemlerini, tarihsel bakıştan yoksun eğitim ile birlikte bir güncel ideoloji haline getirmiş ve en güçlü DİA’yı bunun hizmetine vermişti: Okullar ve Üniversiteler.

Özgür düşünceden yoksun bir eğitim, özgür düşünceden yoksun bir toplum demektir, veya Marx’ın dediği gibi, kapitalist düzende, toplumsal formasyon. Üretim ilişkilerinin sağlıklı sürekliliği için feda edilen milyonlarca genç burada söz konusudur. Yaratılan ideolojiye gelirsek eğer. Başarısı tartışmasızdır. Fakat, her ne olursa olsun, sunuluş biçimi dışında ideolojinin sunduğu içerik de önemlidir. İnsanları sokağa dökmeye, tüm toplumsal sorunu laiklik çatışmasında görmeye iten nedir? İdeolojinin milliyetçi duygulara kahramanca hitap etmesi haricinde çok önemli bir şey daha mevcuttur. O da okullarda hepimizin okuduğu şeydir. Kemalist “ideoloji” her soruna en iyi çözümü sunmaktadır, eklektik bir ideolojidir çünkü her sorunun ayrı ayrı en iyi çözüldüğü yasalardan veya sistemlerden beslenmektedir. Kurulan yasalarının büyük bir kısmı farklı ülke yasalarına bağlıdır. Temelde milliyetçilik kavramını bile Fransız Devrimine, belki de Jakobenlerine borçludur. Bugün Lenin’in, Marx’ın heykelleri yıkılırken Atatürk heykellerinin ayakta kalmasının sebebi, ideolojinin en iyilerin bir birleşimi olmasıdır(!) Ancak, tarihsel düşünüldüğü zaman, eklektik bir ideolojinin kendini yaratamayacağı ortadadır. Bunun üzerine temelde şunu söyleyebiliriz ki: Mustafa Kemal’in bir ideoloji yaratma düşüncesi yoktur. Bir teori adamı değildir, genelde başarılı bir asker ve pratik bir politikacıdır. Yarattığı şey bir ülke, bir cumhuriyet, bir devlettir. Ancak asla bir ideoloji değildir. Yarattığı şeylerin veya uyguladığı eylemlerin, doğruluğu veya yanlışlığı, savunulabilirliği veya geçerliliği, yalnızca tarihsel bir yaklaşım çerçevesinde değerlendirilebilir, tıpkı tüm siyasi olaylar veya eylemler gibi. Bu yüzden de Kemalizm ya da Atatürkçülük sadece yeniden-üretim mekanizmasının üzerini gizlemek için diyalektik olarak AKP siyasetinin alevlendirdiği bir sözde ideolojidir. Önce tek tipleştirme politikası olarak ordunun var ettiği, sonra da AKP siyasetinden dolayı ortaya çıkmış laiklik tartışmasının gündeme getirdiği ve hararetlendirdiği bir sonradan temellendirilmiş düşünceler bütünüdür. Burada belirtmekte yarar var. Bir şeyin ideoloji olmaması onun değerine bir etkide bulunmaz. Az önce de söylediğim gibi, yapılmış olan yapıldığı dönem şartları dahilinde değerlidir ve saygı uyandırır. Kemalizm’i, Mustafa Kemal’e mal etmeye çalışmak, bilimsellikten uzaktır ve sanıldığının aksine tarihsel kimliklere saygıdan çok zarar vermektedir.